5 Kasım 2015 Perşembe

çoban ve çiftçi

çoban ve çiftçi

    İnsanlığı ve medeniyeti bir mücadele şeklinde algılamak toplum tezlerinin genel bakış açısıdır. Bu mücadeleci anlayışın bir yönü de A. Toynbee nin tarih tezinde kendisine geniş yer bulan ve çoban-çiftçi savaşı diye özetlenebilecek bakış açısıdır. Toplumumuzdaki (ve benzer toplumlardaki) sosyal hareketliliğe ilişkin bir tarihi kesit üzerinden yürüyen bir analiz denemesine girişelim.
     Mevcut sosyal gerilim ve çatışmalarımızın çiftçi-çoban çatışmasına benzer bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde pek de yanılmış olmayacağımız ortaya çıkacaktır. çoban-çiftçi kavgasında yerleşik hayata geçmiş olan çiftçi, çobanın göçebe yaşantısıyla kıyaslandığında her açıdan çok daha gelişmiş toplum organizasyonları, teknoloji ve konfor araçları geliştirmiş olduğu aşikardır. çiftçinin sofistike tekniği karşısında çobanı hayatta tutan şey ise çok basit bir kuraldır: "lidere katıl". Bu basit kural çoban toplumunun organizasyonunda tüm bireyleri, liderin pasif bir izleyicisi olarak kalmaktan çıkartarak etken birer parçaya dönüştürür. Bu kadarla kalsa çiftçi toplumundan hiç bir farkı olmazdı, fakat çoban toplumunda bireyin toplumsal faaliyetlerde rol alışı çok daha radikal ve derinliklidir. Tek gerçeklik liderin kendisidir. Lider mutlak hakim olarak toplumun bir yöneticisi, hiyerarşinin tepesindeki isim değildir. O , toplumun bizatihi kendisidir. lider ve toplum bir birinden ayrı unsurlar değil ikisi birlikte tek bir nesnedir. Yani lider=toplum şeklinde bir eşitlik bile topluluk denen olgunun tek tek fertlerden oluştuğu düşünüldüğünde tamamıyla hatalı olduğu görülür. Toplum, fertler yoktur; sadece liderin kendsisi vardır. Fert lider tarafından yutularak hazmedilir ve sindirildikten sonra liderin bedeninde (ki toplum liderin bedenidir) işlevsel bir yapıya, bir proteine, bir organa veya bir unsura dönüşmekte ve hiç bir esnemeye ve tavize yer vermeksizin vazifesini ifadan başka bir gerçekliği bulunmaz hale gelmektedir. Bu devasa yapıyı bir arada tutan yegane yapıştırıcı mutlak ve sorgusuz itaattir. Mutlak itaat yapı içindeki tüm unsurları yüklendikleri görevin şekli, zorluğu ve durumuna bakmaksızın bir birine yapıştırır. Bu şekilde organize olan bir toplum en zorlu yaşam şartlarında hayatta kalabilir ki, çobanın yaşamı gerçekten çok zorludur. Toplumun yaşamı pamuk ipliğine bağlı haldedir. İklimde meydana gelen minik değişiklikler, bitki örtüsündeki hafif oynamalar gibi çevresel şartlara aşırı bağlılığın yanı sıra diğer çoban toplumlarıyla olan rekabet, otlak savaşları korkunç ve yıkıcıdır. ciddi zarar gören bir çoban toplumunun toparlanması neredeyse imkansızdır ve bu haliyle diğer çobanlar tarafından sindirilmekten başka bir şansı yoktur. Göçer toplumun tek sorunu iklim ve rakip çobanlar değil sürekli büyüyen, güçlenen yapılarıyla çiftçiler en büyük tehlike durumundadır. Çiftçiler ovaları ekip biçtikten ve ciddi nüfus artışları sağladıktan sonra dağlara doğru büyümekte, çobanın yaşam alanına tecavüz etmekte ve çobanı diğer çoban topluluklarının yapamayacağı bir şekilde yok etme tehdidiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Çobanın çiftçi karşısında savaş teknolojisi çok yetersiz olsa da lider faktörü ve bulunduğu dağlık araziyi çiftçiden çok daha iyi tanımasıyla bir şansı olabilmektedir. 
    çoban-çiftçi savaşlarında genelde çobanın kaderi yok olma şeklinde tecelli etmiştir ve günümüze kalan medeniyetler; öyle yada böyle yerleşmiş çiftçi medeniyetlerinin kalıntılarıdır. çobanın kaderinde yazılı olan yok olma çoban toplumunu oluşturan bireylerin yok olması değil çiftçi tarafından hazmedilme şeklinde gerçekleşmektedir. kendisini lidere yutturan çoban halkı sonraki aşamada çiftçi tarafından yutulmaktadır. fakat yutulma ve hazmedilme işleminde çoban tamamen yok olmamakta çiftçiye kendi kültüründen hayatta kalabilecek tek öğe olan rengini aktarmaktadır. çobanı yutan çiftçi artık çobanın renginde bir çiftçi olarak yaşamaya devam etmektedir. yutulma ve hazmedilme olarak adlandırabileceğimiz süreç savaşlar yada ticaretle gerçekleşmiştir. bu savaşlarda çoğunlukla çoban, çiftçiyi işgal etmiş, boyunduruğuna almış ama aslında çiftçi tarafından yutulduğunu fark edemeden zaman içerisinde çobanın çocukları en ateşli çiftçiler olmuşlardır.
    Günümüzde yaşanan toplumsal gelişmeleri bu bağlamda gözden geçirdiğimizde yaşanan süreç bir yutulma ve hazmedilme süreci olmaktadır. Fakat taraflar çoban-çiftçi değil köylü-kentli dir. Yıllar yılı izlenen merkantilist politikalar köylüye köyde yaşama şansı bırakmamıştır. Cumhuriyetin temel felsefelerinden olan Atatürk'ün "milletin efendisi gerçek müstahsil olan köylüdür" şeklindeki sözü zaman içerisinde, gelen partiler tarafından "seçim sandığının efendisi kolay kandırılan köylüdür" şekline dönüştürülmüştür. Bu süreç, "saf anadolu köylüsü"nün saflığından yararlanarak oyunu almakla kalmamış aynı zamanda sofrasındaki ekmeği de elçabukluğuyla alarak şehirlinin sofrasına taşımıştır. Köylü bütün ailesiyle birlikte çalıştığı halde karnını doyurma noktasını aşamazken şehirler, neredeyle sıfır üretimle asla sahip olmaması gereken bir konforu yaşamıştır. Kapitalist toplumlarda kentler ciddi üretim yerleri olurken ve fabrikalar için iş gücü deposu olarak hizmet vermesi gerekirken ortadoğu tipi toplumlarda ve bizim toplumumuzda, eksik olan fabrika ve iş gücü istihdamı nedeniyle tembeller ve hazır yiyiciler mekanı haline gelmiştir. Bu hazır yiyiciler güruhu toplumun kolluk kuvvetlerini ve kendileri gibi tembeller ve cahiller sürüsü olan sözde aydınları arkalarına alarak köylünün sofrasından asalak olarak beslenme işini zaman zaman zor kullanarak yerine getirmiştir. Köşeye sıkışan çobanın çiftçiyi işgal ederek boyunduruk altına almasında olduğu gibi köyünde yaşama şansı kalmayan köylü şehirlere dolmaya başlamıştır. Bu dolma işi tıpkı bir fırtına sonrası dağdan kopup gelen selin kasaba sokaklarını doldurması, çevresinde kökü sağlam olmayan ne varsa önüne katıp sürüklemesi gibi şehirleri doldurmuştur. Nasıl selin etkilerinin ortadak kalkması, sokaklarda meydana getirdiği çamur izinin yok olarak şehrin temel şehir rengine dönüşmesi yıllar alan bir süreç ise bu köylü selinin şehir tarafından yutulması ve hazmedilmesi de benzer kuvvetler tarafından ve zamanın aşındırıcılığıyla gerçekleşen bir süreçtir. 
    Toplumumuz 1980 sonrasında hızlanan selin 1990 lardan artması ve 2000 lerle birlikte şehrin tüm caddelerine (örneğin şehri temsiledecek son cadde ülkemiz için bağdat caddesi olarak düşünülebilir) ulaşmış, yayılmıştır. Ve bu işgal önüne köksüz ne bulmuşsa katarak sürüklemiştir. Şimdi başlayacak olan süreç hazmedilme ve sindirilme süreci olacaktır. Er geç şehir, köyü yutacak, hazmedecek ve sindirecektir. Fakat bu süreçte şehir sokaklarındaki selin yaşandığını gösteren izler kolay kolay kaybolmayacaktır. 
    Hazım süreci elbette doğal bir beslenmede yaşanan süreç gibi değil, ani bir çılgınlıkla önünde bulduğu her şeyi yiyip bitiren insanın yaşadığı mide fesadına benzer süreçlerle gerçekleşecek, zaman zaman kusma, zaman zaman çeşitli mide ilaçları, hazım kolaylaştırıcılar gibi takviyelerin de eşliğinde yürüyecektir.(ileride bir hazım ilacı formülü denemem de olacaktır :) 
    Köylü bir zorunluluk sonucu köyünü terk edip şehre gelirken boş gelmemiştir. yanında kutsalını, tanrısını da getirmiştir. Köyde ekim ve hasat zamanının kırılganlığında yoğun olarak kulladığı ama sair zamanlarda pek de ehemmiyet vermediği tanrısını şehir yaşamının inanılmaz yabancılığında her an kullanmakta adeta suyun altındaki adamın ince bir borudan nefes almasın gibi onunla yaşamaktadır. Bu şekil bir kullanım için tasarlanmamış olan tanrısı ise köydeki işlevini yerine getirememekte, başka ve acaip bir nesneye dönüşmektedir. Köylü şehirde başka tanrılarında varlığını keşfetmektedir ve zaman içerisinde kendi tanrısının artık şehirlinin tanrısının formunda inşa etmeye başlayacak ama ona hala köydeki gibi tapmaya devam edecektir. Zaman içerisinde ise köyden gelen tanrısından geriye bazı kelimelerin çarpıtılmış hallerinden başka hiç bir şey kalmayacaktır. Şehre uyum ve şehrin köylüyü hazmetme sürecinde köylü ve şehirlinin tanrıları da bir biriyle durmadan savaş içerisinde olacak, köylü şehirliyi her seferinde kendi tanrısıyla dövecektir. Köylünün kaba ama sağlam tanrısının karşısında şehirlinin ince işçiliği olan ama kırılgan tanrısı çoğu zaman kırılıp dökülürken zaman içerisinde şehirlinin tanrısının kırık parçalarından pek hoşlanacak olan köylü bu parçaları kendi tanrısının bedenini sıvamada kullanmaktan geri durmayacak ve zaman içerisinde köylü ve şehirli ortak ama melez bir tanrıya tapar olacaktır. bu aşamada hazım tamamlanmış sindirim gerçekleşmiş ve toplumsal barış sağlanmış olacaktır.
    Toplumumuzda bu süreç yaşam tarzı dayatmaları, beslenme tarzları ve beslenme tarzlarının her türlü kontrolü, kılık kıyafet üzerinde kontrol, kutsalını öptürme ve saydırtma vb şekillerde gerçekleşmektedir. Köylünün şehirde yaşayacağı en temel sorular şunlar olacaktır? Ne yemeli? Nasıl yemeli? Ne giymeli? Nasıl giymeli? şeklinde olmaktadır ki bir insanın günlük faaliyetlerini gerçekleştirirken kesinlikle kaçamayacağı sorulardır. Bu sorular sadece köylünün değil şehirlinin de başının belasıdır ve bunlara cevap bulma iddiasında olan moda denilen bir kurum oluşmuştur. 
    Köy adamı kente geldiğinde bin bir türlü dramı şu safhalarda yaşayacaktır:
  • Şaşkınlık ve tutunma: Ülkemizde bu safha geçilmiştir veya geçilmek üzeredir. köylü şehirde hemşeri ve aşiret organizasyonları ile tutunmuştur.
  • Günlük ritüeli yaratma: bu safha henüz geçilmiştir veya kısmen yaşanmaktatır. Köy tipi yaşamı şehirde bir biçimde yeniden inşa etmenin peşindedir. bu bağlamda tarikatlar ve dernekler devreye girmektedir. başlangıcı ihl kurma ve yaşatma dernekleridir. Bu dernekler çevresinde meydana gelen örgütlenme köylü belediyecileri yaratmıştır ve ihl lerin fiziksel varlığı da belediye teknik personelini yaratmıştır. 
  • Şehri köye dönüştürme: Bu aşamaya geçilmiştir veya henüz başlanmıştır. fakat yaşanan süreç köylünün hazmedilmesiyle sonuçlanacaktır. Köylü şehirde köyü yaratırken kendisini köydeki kıyafetine benzetmeye çalıştığı ucube bir şehirli kıyafeti içinde bulacak, Köydeki evini yaratmaya çalışırken soluğu rezidansta alacaktır. Köydeki traktörünün yerine şekoke jeepleri koyacak, duvara astığı muhsafını facebook da paylaşacak köyün mütevazi camisinin yerine aynı formda inşa edilmiş korkutucu beton yığınları koymaya çalışacaktır. Ağaç keserek açmaya çalıştığı tarlaların yerini site inşaatları alacaktır. 
  • Kaybolma: Meydana getirdiği ucube mazideki köyüyle bağını tamamen kopardığı gibi kendisine inşa ettiği yeni köyün aslında en başta gelip yerleştiği şehir olduğunu görecek ama artık dili,damağı,bedeninde köyle şehir arası garip bir ucube haline gelmiş olduğunu anlayacaktır. O artık hiç bir yerin insanıdır. O bir vatansızdır. Ayaklarını basacağı yer yüzü yoktur. Tamamen boşluktadır. Dönebileceği köy kalmamıştır, şehri ise yeniden yaratmış ama o da şimdi bir ucubeler mabedidir. Arapça için ölürken ingilizce konuşan kızda gözü kalmıştır, çocuğunu arapça kursuna gönderirken kendisi ingilizce kursuna gitmektedir. Dostlarına haccı, umreyi överken para buduğunda avrupaya kaçmanın hesabını yapmaktadır. Türbanla neresini, nasıl örteceğini şaşırmıştır. Ellerini köyünden getirdiği tanrıya kaldırırken şehri işgale etmiş olan batı emperyal tanrısının karşılayabileceği kendi köylü tanrısının envanterinde hiç bir zaman bulunmayan istekleri sıralamaktadır. vel hasıl o artık hiç kimsedir. Ama sonraki nesiller, şehrin sokaklarından selin izlerinin silinmesi gibi onun izlerini bir kuşak geçmeden çoktan silip gidecektir. 

26 Ekim 2015 Pazartesi

                        Tanrının başı fizik kanunlarıyla belada mı?
    Evreni fizik kanunlarıyla yaratıp işletmekte olan Tanrı, en doğal hak olarak gördüğü, evrene müdahale etme hakkı için çeşitli manipülasyonlara yeltendiğinde ki biz onlara mucizeler, dualara icap, her an ve her dakika yeniden yaratma kısacası kendi yaratımı olan evreni keyfince düzenleme  hakkını kullanmak istediğinde bunun mümkün olup olamayacağını inceleyelim.
İlk olarak Tanrının evrende yeni bir madde yaratma yada yarattığı her hangi bir şeyi yok etme yetkisi var mıdır: Evrende geçerli olan en temel fizik kanunlarından bir tanesi (ve belki de en önemlisi) enerjinin korunumu kanunudur. Enerjinin korunumu aynı zamanda özel bir hal olarak maddenin korunumunu da içermektedir. Basitçe evrendeki toplam enerjinin sabit ve sıfır değerinde olduğunu söyler. Yanan bir mumun evrene yaydığı enerji evrenin toplam enerjisini arttırırken mumun önceki sahip olduğu toplam enerjiyi de azaltarak ilk artıştan o artışa eşit miktarda eksilterek genel toplamın yine sıfır olacağını söyler. Veya yerden bir metre yükseğe kaldırıp bir masanın üzerine koyduğumuz 1 kiloluk cisim için bir iş yapmış oluruz ve bu iş sonucunda harcadığımız enerji kadar cisim de potansiyel enerji kazanmış olur. Yani bizden eksilen enerji cisimde depolanmış olur. Cisim ise masanın üzerinden düşecek olsa sahip olduğu potansiyel enerjiyi kaybeder, cisimden eksilen potansiyel enerji ise çevredeki moleküllerin titreşimini arttırarak sıcaklık artışıyla kendisini evrenin kalanına yayar. Velhasıl en başta besinlerdeki bağlı duran kimyasal enerjiyi kaslarımda yakarak açığa çıkarıp cisme potansiyel enerji kazandıran ben besinden eksilttiğimi çeşitli yollarla evrene kazandırmış olurum ve evrenin toplam enerjisinde bir değişikliğe sebep olmamış olurum.  Şimdi Tanrının sevgili kulu olduğumuzu ve ondan yalvar yakar yeni bir araba (yada daha basit bir şey ) istediğimizi düşünelim. Koca evrenin yaratıcısı için kıymetsiz bir istek gibi görünen bu işi acaba Tanrı gerçekleştirme yetkisine sahip midir? Tanrı eğer evrenin dışında bir varlık ise bize göstereceği merhamet sonucu yoktan bir araba yaratmak istese her durumda evrenin toplam enerjisini arttıracağı için enerjinin korunumu buna müsaade etmeyecektir. Evren toplam enerjinin artışı karşısında enerjinin korunumu prensibinin yıkılmasından hiç de hoşlanmayacaktır. Yok Tanrı arabayı evrendeki materyalleri kullanarak yapmaya kalksa (ki bu durumda Tanrısal bir işçilikle yapılacak bir ürün söz konusudur, yani işçi Tanrı, Tanrısal emek gibi yeni kavramlarımız olacaktır) bu durumda Tanrının her hareketi, her adımı, akıtacağı her ter damlası evrenin enerjisini arttırmaya devam edecektir. Çünkü eğer Tanrı bir yayı dahi sıkıştırmaya kalkışsa yaya aktaracağı potansiyel enerji için evrenden beslenerek toplamı koruyamayacağına göre evrenin enerjisinde artışa yol açarak aynı felaketli durumla karşılaşacaktır. Yani enerjinin korunumu prensibinin yasaklaması sonucu ne kadar dua etsek de Tanrı bizim için bir araba yaratmaz yahut yapamaz. Yok etme çabası da her türlü aynı maddenin yasak duvarı tarafından engellenecektir.
                Şimdi Tanrı evrene müdahale edemediğine göre acaba oturup yarattığı eseri gurur duyarak seyredip seyredemeyeceğini irdeleyelim. Yani sorumuz şu: Tanrı evrene bakabilir mi? Evet maalesef tahmin edilebileceği gibi Tanrıyı burada da pek de hoş olmayan bir sürpriz beklemekte, bu sefer durum çok daha felaketli. Evren Tanrısal bakış altında yok olma tehlikesiyle baş başa. Kuantum fiziğinin en temel kanunu olan belirsizlik prensibine göre bir parçacık hakkındaki bütün bilgilere sahip olamayız. Yani bir elektronun aynı anda hem hızını hem de konumunu ölçemeyiz. Konum veya hız konusundaki ölçümlerimizden bir tanesini hassaslaştırdıkça diğer özellik hakkındaki bilgimiz gittikçe bilinmeze doğru yol alacaktır. Basit bir şekilde iki raket arasında hiç durmaksızın gidip gelen bir pinpon topunu düşünelim. Top her hangi bir anda iki raket arasındaki boşlukta bir yerlerdedir. Hızı da anlaşılabilir bir seviyededir. Raketler bir birine yaklaştıkça topun yeri konusunda bilgimiz artmakta fakat topun hızı da bu yakınlaşmayla birlikte artmaktadır. Şimdi topun yeri konusunda daha iyi bilgi sahibi olmamıza karşın hızı konusundaki bilgimiz (artışından dolayı) bozulmaya başlamıştır. Ver raketleri bir birine değecek kadar yaklaştırdığımızda artık topun hızı için bilgimiz tamamen uçmuştur (tabii top da). Bir başka durum ışığın dalga ve tanecikli ikili yapısıdır. Her hangi bir an için bir ışık ışınının dalga yada tanecili yapılardan hangisinde bulunduğunu anlamak için yapılacak bir ölçme çabası bize tanecik yada dalga şeklinde tek bir cevap verecektir ve ışığın ikili hali tek hale çökecektir. Bir kuantum sistemi gözlenmediğinde olası hallerin bir toplamı olarak süper pozisyon denen bir halde bulunurken müdahalemiz sistemi olası durumlardan birine çökertti.  
bulunur. Bu konudaki en popüler örnek Schrodinger in kedisidir. Bu düşünce deneyinde kapalı bir kutunun içerisinde 1 dakika içerisinde bozunma olasılığı %50 olan bir radyoaktif madde ve bu maddenin bozunmasıyla tetiklenerek kırılacak şekilde tasarlanmış bir şişenin içinde zehirli gaz vardır. Elbette kutuya kediyi de kapatmamazlık etmiyoruz. Kutu kapalıyken ve 1 dakika sonra kutuyu henüz açmadan önce kedi için ölü ve diri şeklinde iki olasılık olduğunu düşünürüz.(En azından kedi kadar büyük makroskobik sistemler için böyledir) Fakat kuantum fiziği bize kedinin kutunun içerisinde iki olası sonucu da birlikte yaşadığını yani aynı anda hem ölü hem de diri olduğunu söyler. Günlük hayat için ve bizim boyutlarımız göz önüne alındığında bu tek kelimeyle saçma iken mikroskobik boyutlarda olup biten tam olarak bu dur. Peki kutuyu açacak olursak (yani içine bakacak olursak) ne olur. İşte acayip bir şekilde yarı ölü yarı diri iki kedi değil ölü yada diri tek bir kedi görürüz. Yani bizim kutu üzerinde yaptığımız ölçüm (yukarıdaki örnekte ışığın dalga yada tanecikli yapısını anlamaya çalışırken yaptığımız gibi) onu olası durumlardan birinde olmaya zorladı. Ölü yada diri olma durumu. Bu şekilde uzayıp giden durumu Tanrının tanrısal bakışına uyarladığımızda karşılaşacağımız şey tek kelimeyle evrendeki tüm mikroskobik sistemlerin (atomlar, ışık, moleküller vs) çökmesi anlamına gelecektir. Tanrının evrene bakışı bizim kutuyu açışımız gibi derinliğine nüfuz eden tanrısal bakış evrendeki süper pozisyon halinde bulunan ve kendi akışında akıp gitmekte olan tüm sistemlerin çökerek evrenin kuantum mekaniksel bir felaketle sonuçlanmasın ve Tanrının her göz kırpışında bambaşka biçimlere bürünmesiyle sonuçlanacaktır. Her Tanrısal bakış altında evrenimiz bir biçim alarak bilinen tarihten tutun da bir dakika önceki halimize kadar hiçbir şeyden eser kalmayacaktır. Bir yudum alarak masanın üzerine koyduğumuz çay bardağımız, bir anlık tanrısal bakıştan nasibini aldığında kesinlikle eski yerinde, şeklinde ve zamanında dahi olmayacaktır. Elbette bu bakıştan nasibini alan tüm her şey de. Kısacası Tanrı evrene bakmak istediğinde bunu Schrodinger’in kedisine kışt demeden yapamayacaktır ve huysuz kedi tüm evreni bir pençe darbesiyle dağıtacaktır.
                Şimdi Tanrı evrene dokunamıyor, bakamıyorsa böylesi bir evrenle ne yapabilir. Bir peygamber göndererek (gönderemediğine göre seçerek) müdahale etmek istesin. Ama yapabileceği mevcut durumun, peygamber tarafından yapılan kötü bir betimlemesiyle yetinmek ve bazı tavsiyelerde bulunmak olacaktır. Bu durumun Tanrı için pek de can sıkıcı olacağı muhakkaktır. Tavsiyeleri pek tutarlı olmayacak ve  Tanrı genel kurallardan fazlasını yapamayacaktır. Klasik, alışılmış, kudretli tanrı yerini eli kolu bağlı hiç bir şey yapamaya ve bazı tavsiyeleri fısıldamaktan başka bir şey yapamayan bir halde bulacaktır. Ve şüphesiz fiziği yarattığı güne lanet edecektir.

                                                   

17 Mayıs 2015 Pazar

Asimetrik üretim tarzı ve 3D yazıcılar veya post Marksist üretim biçimi üzerine bir deneme
    Mevcut kapitalizmi yaratan ve onun tarafından yaratılan üretim biçimi simetriye dayalıdır. Kapitalizmin makineli üretimle başladığını düşünürsek onun gelişiminde, yarattığı üretim ilişkilerinde, meydana getirdiği felsefe ve yaşam biçimlerinde makineli üretim tarzının biçimsel yapısını görmek mümkün olur. Üretimde makineleri kullanmak inanılmaz bir üretim patlaması ve bununla birlikte ortaya çıkan muazzam bir konfor yarattı. Bu konforun enstrümanlarının en kapsayıcı özelliği simetrik oluşları ve her birinin milyonlarca kopyadan biri oluşuydu. Elinize aldığınız bir ürün asla sizin için özel değildi ve siz onu elinde tutan milyonlarca insandan biriydiniz sadece. Aynı oyuncaklarla büyüdük, aynı tip televizyonlarda aynı dizileri izledik, aynı elbiseleri giyip aynı arabalara bindik. Aynı partilere oy verip aynı bayrağın altında toplandık. Ve kapitalizm ulusları yarattı. Aslında ulusları yaratan yegâne şey makine tipi üretimin simetrisinden başkası değildi.
                Makine tipi üretim simetriye dayalı olmak zorundaydı çünkü eski, hantal ve akılsız makinelerle üretim yapmanın başka yolu yoktu. Tezgâh bir kere çalışmaya başladığında belli hareketleri tamamlayarak bir ürünün bir kısmını yapıyor ve sonra tekrar başa dönerek aldığı hammaddeyi aynı yere kadar işliyor sonra bir başka makine veya makineler kalan kısmı tamamlayarak ürünü meydana getirirken makinelerin gücü ve hızı karşısında sadece basit bir aparattan ibaret kalan işçi basit ara hizmetleri görüyordu. Makineler özelleşmiş ve güçlüyken işçiler zayıf ve tekdüzeden ibaret kalıyordu. Güçlü kapitalistin amansız yoldaşı makineler, ürettikleri milyonluk klon mallarla insanlığın başını döndürürken başa çıkılamaz bir güç imgesi yaratıyordu. Klon mallarla doğan ve büyüyen insanlar üretimine katkıda bulundukları ve hayatları boyu kullana geldiklerine benzemeden kurtulamayıp klon vatandaşlardan oluşan bir toplum haline geliyordu. En başarılı üretim yapan toplumlar en güçlü milletleri ve en sağlam ulusları meydana getiriyordu.
                Klon mallarla kuşatılan insanın bir klondan başka bir şey olması beklenemezdi. Çocukluğunu geçirdiği oyuncaklarından kıçına bağlanan beze kadar her şey milyonlarca kopyadan biriydi sadece. Hastalandığında kullandığı ilaç, yatağı başında damarlarına akan serum, tansiyonunu ölçen hemşire muayenesini yapan doktor hep bir birinin klonu olan şeylerdi. Beğenerek evlendiği eşinin dudakları en sık görülen dudak tipi, saçları en çok beğenilen saç tipiydi. Her kes gibi bir düğünle evlenip her evli gibi çocuk sahibi olup herhangi bir ebeveyne dönüşen süreçte klon tipi üretimi kendi kapasitesi ölçüsünde sürdüren kapitalist çağın insanı benzerleriyle aynı akıbeti yaşadığı sürece sömürülmek, ezilmek, hakir görülmek bile umurunda değildi. Kapitalist eğitimin şekli de elbet kendi klon üretme biçimini yansıtan öğelerle dolu olmalıydı. Bir birinin kopyası dersler, bir birinin kopyası öğretmenler vs.. Klon gibi üretilmek, klon gibi sömürülmek ve klon gibi güdülmekten başkasını düşünmek bu çağın insanının zihninin kabiliyeti dahilinde olamazdı. Ürettiği felsefe klonlaşmaya katkıda bulunduğu sürece mantıklı olacak, kabul görecekti. Tanrıları insanlardan klon yaratan, ibadetleri klonlaşmayı yücelten, mabetleri bir birini taklidin amansız bir noktaya ulaştığı huşu içinde ortak hareketlerden oluşan ibadetlerin mekanıydı.
                Üretimin asimetrik olmasıyla her bir ürün özel bir mal olarak eşsiz bir şey haline gelecektir. Elinde tuttuğu taraktan, yemek tabağına, kullandığı bilgisayardan bindiği arabaya kadar her bir ürün sadece tek veya birkaç üründen biri olacaktır. Simetrik üretimin kelimeleri her şey klon iken asimetrik üretimin kelimeleri her şey özel, her şey eşsiz olacaktır. Eşsiz ürünlerle yaşayan insanların hayatları da çevrelerini kuşatarak hayatı oluşturan konfor nesnelerinin eşsizliğini yaşamlarında yansıtarak her biri hayatını nadide kılmanın yollarını bulacaktır. Her bir çalışan, giydiği elbise gibi bir diğerinin klonu değil nadide bir birey olacaktır. Klonlardan oluşmayan bir toplumda hiyerarşi anlamını yitirecektir. Çöpçülük aşağı bir iş olarak görülmeyecektir. Üretimin “özelleşmesi” ürünlerin eşsiz asimetrisi bilindik üretim biçimlerini ortadan kaldıracağından üretim ve paylaşım süreçlerinde emek sömürüsünün de anlamı kalmayacaktır. Emekçi emek gücünü değerinde sattığında ürettiği artı değer doğrudan kendisinde kaldığında emek sömürüsü kavramı anlamını tamamen yitirecektir. Eşsiz insan yaşamının her anını eşsiz bir biçimde kuşatmak isteyeceğinden aynı ev, aynı araba vs.. ile bir ömrü bağlamayacağından özel mülkiyet anlamını yitirecektir.
                Asimetrik üretim çağının habercisi ve aracısı, eski çağın aptal makineleri değil post Marksist çağın akıllı üretim makineleri olacaktır. Bu makinelerin ilk prototiplerinin 3D yazıcılar olduğu düşünülebilir. İhtiyaca göre ürün, talebe göre arz yaratan makineler. Kapitalizmin arza göre talep yaratan piyasa için var olan değil talebe göre arz yaratan ve insan için üreten makineler çağı gelmektedir. İlaçlar kişisel genetik yatkınlıklar ve zaaflar düşünülerek bir takım kimyasalları birleştirmek suretiyle hızlı bir şekilde hazırlanan bir makineden basılacak, giysiler vücudumuzu tarayarak ve tercihimiz doğrultusunda basılacaktır. İnternetin dünyasının sunduğu çeşitlilik izleme dürtümüzü karşılarken sosyal medya denilen kavramla kendi muhabirimiz yine kendimizin olduğu bir basın kültürü oluşacaktır. Kişiselleşen dünya, asimetrik felsefeleri asimetrik anlayışları ve mevcut simetrik siyasetin dışında bir yönetim biçimini gerektirecektir. Asimetrik dünyada ulus ve devlet kavramları kendilerini güvenlik ve direnen simetrizm karşısında savunmak için iş gördüğü müddetçe var olmaya devam edecektir.
                Asimetrik çağ post Marksist olacaktır. Çünkü arza göre talep değil talebe göre arzı mümkün kılacak üretim biçimine sahiptir. Mülkiyet anlamını yitirmiştir. Devlet güçlü bir organizasyon haline indirgendiğinde güçlü bir bilgisayar yazılımı tüm vatandaşlarına (sisteme login olmuş kullanıcılara) ihtiyacı doğrultusunda barınak ve gıda temin ederken her insandan eğitimi, eğilimi ve gücü ölçüsünde çalışma talep edebilecektir. Eğitim ise kaçınılmaz olarak politeknik olacak her insan bir çok konuda bilgili ve günün önemli bir kısmını keyif aldığı pek çok alakasız işte çalışarak geçirebilecektir. Her çalışma ameliyesini izlemek ve değerlendirmek organizasyon yazılımı için hiç de zor olmayacaktır.

                Asimetrik çağda ahlak, hukuk ve din anlayışı da benzer dokuyu yansıtacak biçimde olacaktır. Mülkiyetin olmadığı yerde anlaşmazlıkların hukuk sistemini tıkayan en önemli araç ortadan kalktığından suç azalacak olmasına karşın daha girift suçlar ortaya çıkacaktır. Mülkiyeti temel alan ahlak anlayışı yerini iletişim ve ağ temelli anlayışlara bırakacaktır. Din, ölümü değil yaşamı yüceltecek, güzelleştirecek bir anlayış benimseyerek cenneti ahiretten dünyaya taşıyacaktır.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Uzun pozlamayla çekilen fotoğraflara ilişkin bir deneme
    Genel olarak fotoğraf, bir çerçeve içerisinde, yaşanan anın dondurulmasıyla oluşturulan ve doğanın “doğal akışı” sırasında çıplak yakalanmasını sağlayan etkinlik olarak düşünülebilir. Fotoğraflar zaman boyutundan sıyrılmış saf üç boyuttan oluşan uzay kompozisyonlarıdır. Zaman boyutu, kabuğu soyulan bir meyve, elbisesi soyulan bir insan gibi soyulup alındığında doğanın mahremi açığa çıkar. Bu haliyle bir boyutu sıyırıp atmaya hakkımız var mıdır? İmkânımızın bulunduğu aşikar. Düşmekte olan bir nesneyi veya havaya zıplayan birisinin yerle bağlantısının koptuğunu gördüğümüz bir fotoğraf bize yer çekiminin olmadığı hissini vermez. Bir an sonra havadaki nesnenin düşmüş olduğundan eminizdir. Oysa fotoğrafın kendisinde buna ilişkin hiçbir emare yoktur. Sadece bu fotoğrafı gören birisi bulunduğu mekandaki kütle çekimi ile ilgili bir fikre sahip olamayacaktır. Aslında yoktur da. Kütle çekimini ifade eden denklemler zaman değişkeninden bağımsız olsa da günlük tecrübelerimiz kuvvet denilen mevhumun işlevini ancak zaman içerisinde meydana getireceği uzam değişmeleri ile gösterdiğini söyler bize. Yani bizler akan  zamanın varlığını mutlak kabul ederek bir fizik dünya kurarız ve zamanı öylesine kanıksamışızdır ki en önemli olgularda dahi onun hiç sorgulamadan var kabul eder ve kullanırız. Oysa bir fotoğraf bizim bütün evren algımızın kesin biçimde inkârıdır. Zaman sıyrılıp atıldığında fizik kanunları anlamını yitirir. Yer çekimi ortadan kalkar, nesneleri iten çeken kuvvetler onları hiçbir yere götüremez ve varlıklarını yitirirler. Bütün fizik evren bir kare fotoğrafta tamamen çökerek geride hiçbir iz bırakmadan yok olur.  Oysa uzaya ilişkin her şey orada olduğu gibi durmaktadır. Fotoğrafa bakan kişi zaman boyutunu zihninden tamamlayarak, fotoğraftaki sahneyi iler ve geri sararak içerisindeki fizik kanunlarını, yarattığı sanal zaman boyutuyla yeniden oluşturur ve görüntüyü anlamlandırmada zorluk çekmez.  Çerçevenin içindeki evren, zaman boyutunu zihnimizden kolayca tamamladığımızda bildiğimiz günlük hayatın sahnelerine dönüşür. Aleladelik kazanarak zamandan sıyrılmış kompozisyon akana zamana karışarak eriyip gider.
                Uzun pozlama bir fotoğraf ise tam anlamıyla post modern bir eylem olarak bakan kişide dehşet uyandırır. Normal pozlanan bir fotoğraftaki mahremiyet sorunu zihnimizin perdesi arkasında saklanarak günahkar bir eylem olmaktan çıkarken uzun pozlama fotoğraflar, cennetten kovuldukları andaki Adem ve Havva kadar çıplaktırlar. Zihnin incir yaprağı da yoktur.
                Zaman boyutu normal fotoğraftan kovulmasına karşın uzun pozlamada, bir ölünün hortlayıp dönen kara ruhu gibi çöker kompozisyonun üstüne. Fotoğrafın her parçasından soğuk nefesini yüzünüze yüzünüze üfler. Maktül uzay parçasındaki her nesne zamanın ölü ruhunu, süngeri suyu çekmesi gibi içine emer ve emdiği oranda dehşet yayan birer zehirli bulamaca dönüşür. Gözlerinizin beyninize zorla yedirdiği bulamaçtan kurtulmak mümkün olsa da zehirin etkisini atmak kolay olmaz. Uzun pozlanmış bir deniz bildiğiniz denizdeki gibi su’dan değil anlaşılmaz, jöle kıvamında ve içinde hayat barındırmayan hatta barındırmasına imkân dahi olmayan ağdalı bir akışkana, dokunduğunda her tarafınıza bulaşacak ve bulaştığı yerden çıkması mümkün olmayacak lanetli bir katrana dönüşür. Bulutların asla havada asılı duramayacak kadar ağırlaşır. Gök yüzü masif bir kütle halini alır ve her an yer yüzüne kapanarak tüm yaşamı yok edecek bir kıyamet alâmetine dönüşür. Otlar ve ağaçlar zamanın zehirli ruhunu yeterince emmiş olduklarını aldıkları bulamaca dönüşmüş hallerinde gösterirler. İnsan ve hayvan figürleri doğanın aksine küçük tekdüze olmayan sapmalar gösterir. Bu haliyle kendini, çevresini saran zehirli buhardan kurtarmaya çalışıyor ama kurtuluşa imkân bulamıyor gibidir. Vücudunun sağı solu, asitli gaz içerisinde erimeye yüz tutmuş zavallı insan eli kolu bağlı eriyip yok olmaya mahkûm olmuştur. Doğanın teslim olmuşluğu karşısında cılız ve pek de acınası bir çaresizlik içerisinde çırpınmaktadır.
                Bir biriyle uyumunu yitiren parçaların her biri kompozisyondan bağımsız nesneler haline gelerek makinenin yakaladığı anı yeniden yaratırlar.  Bakan kişinin karşısında bir doğa manzarası değil, bağlamından kopmuş deniz, bulut, ağaç, insan, gökyüzü vs.. vardır. Bulaşık parçalar uyumsuzluklarıyla yeni bir evren yaratırlar. Bakan kişi zihnine aldığı bu evreni normal fotoğraftaki gibi ileri ve geri sararak kendi zaman kavramıyla yeniden yaratmaya giriştiğinde sahnedeki zehirli zaman zihnin steril iksir şişelerindeki saf zamanı kirletmeye, bulandırmaya, bozmaya başlar. Zihnin duru zamanı kurtlanarak ölümcül bir hal alır. Bakışları kaçırmak artık işe yaramaz. Mevcut fiziksel dünyanın ve duru zamanını içinize nüfuz etmesiyle bu zehrin etkisini atmaya çalışır ve temiz zamanı solumak normal hayata dönüşü sağlar.

                Uzun pozlama fotoğrafı çekecek olan kişi, makinesinin içerisinde sakladığı murdar, ölü zaman ruhlarıyla zehirleyeceği uzay parçalarını belirlemek isterken siyanürle işleyeceği cinayeti planlamaya çalışan katil kadar ancak masumdur. Makinesini doğrultur, diyaframını açar ve ölü, kara ruhlar korkunç sesler çıkararak uzay parçalarına büyük bir iştahla ve hırsla saldırıp bir anda başka bir şeye dönüşmelerini sağlarlar.     
                Parçalara bölünerek yeniden tanımlanan uzay parçası, post modernizmin günümüz insanına yaptığı parçalanma ve farklı bir bağlamda yeniden tanımlanma eylemini yansıtır. Postmodernizm post kapitalist bir biçime bürünerek her şeyi bağlamından koparır, zehirler, yeniden tanımlar ve murdar birer besin gibi insanlığın suratına fırlatır. insanı kadın ve erkeğe parçalar. Kadını yüz, dudak, göğüs, bacak biçiminde erkeği kaş, sakal, kas vb. şekillerde parçalar. Her bir parçayı kesilen uzvunun kendisine yedirilmesiyle self yamyamlık işkencesine dönüştürerek kendi sahibine satmaktan geri durmaz. Çenesinin üstündeki dudakları bağlamından kopmuş bir nesne halinde sahibine; kırmızı, dolgun ve biçimli bir hale getirerek sahibine geri satar. Bu pazarda herkes satıcı, her şey satılık ve herkes müşteri her mal alınır.

Not: Foto1 fatma şöhret’in izniyle ve foto2 Necmi Aktaş’ın izniyle. Çok teşekkürler.